Edremit Körfezi’nin kuzeyinde, doğudan batıya bir sıradağ uzanır. Kaz Dağı denir adına. Ünlü mü ünlüdür, hem de güzeller güzeli bir dağdır.
Yeryüzündeki ilk güzellik yarışmasının Kaz Dağı’nda
yapıldığını biliyor muydunuz? Bu yarışmanın tek seçici üyesi, Çanakkale
Boğazı’nın girişinde yer alan Truva Kenti kralının oğlu Paris’ti.
Babası onu Kaz Dağı’na kaz sürülerini otlatsın diye göndermişti.
Yarışmaya katılıp ta kaybeden tanrıçalar zavallı Paris’in ve Truva’nın
başına öyle işler açtılar ki, bu olaylardan Anadolulu ünlü ozan Homer,
dünyanın ilk destanlarından İlyada ile Odise’yi yarattı. Bu destanlar
dünya edebiyatının kaynağı ve öncüsü oldu. Edebiyat sanatı Homer’in
izinde ve etkisinde doğdu, palazlandı ve gelişti.
Sarıkız efsanesi, bir başka kaz
çobanının, bir Türkmen kızının hikâyesidir. Yolunuz Edremit’e düştüyse,
çarşıda pazarda, folklor ekiplerinin giydiklerine benzer, çok güzel
giysiler giymiş genç kızlar, yaşlı kadınlar görmüşsünüzdür. Edremit’e
Kaz Dağları’nın yamaçlarındaki Türkmen Köylerinden inerler. Oralarda
giysileri gibi hala eski güzel geleneklerini yaşatan birçok Türkmen Köyü
vardır.
Vaktiyle bu köylerden birisinde bir
adamın güzelliği dillere destan bir kızı vardı. Güzelin düşmanı çoktur.
Gerek kendi köyünden, gerekse çevre köylerden birçok delikanlı Sarıkız’a
istekli olmuştu. Dünürcüler sıraya girmişlerdi. Sarıkız ise hiç birine
“he” demiyordu.
İsteklerine erişemeyen kişiler,
Sarıkız’ı dillerine doladılar. Yemediler, içmediler, hakkında çirkin
söylentiler yaydılar. Utanmadan sıkılmada “Kötü yolda yürüyor” dediler
de başka bir şey demediler.
Sinek küçüktür ama mide bulandırır.
Zavallı Sarıkız’ın kimsenin odununa yaş tavuğuna kış demeden kendi
halinde yaşayan babası el içine çıkamaz oldu. Günlerce kötü kötü düşündü
durdu. Sonunda kızını ardına taktı. Önüne dört kaz aldı. Hep birlikte
uzun bir yolculuktan sonra Kazdağı’nın duman eksilmeyen doruğuna
vardılar. Kazları otlatma bahanesiyle kızını bir uçurumdan aşağı atıp
ortadan kaldıracaktı.
Ama baba yüreği bu, yapamadı. Şimdiye
kadar canlı bir karıncayı bile ezmemişti. Nerede kaldı ki, güzeller
güzeli biricik kızını öldürsün.
Düşündü taşındı. “En iyisi onu burada dağ başında bırakayım,” dedi.
“Kızım, ben köye dönüyorum. Orada
bıraktığımız hayvanlar ölmek üzeredir. Gideyim de onlara bakayım,
yemlerini sularını vereyim. Sen burada kal. Kazları otlat. İki güne
kalmaz döner gelirim.”
Gidiş o gidiş. Kızını bir daha ne aradı,
ne sordu. O sert poyrazları bol, yağmuru fırtınası eksik olmayan dağ
başında Sarıkız nasıl yaşadı? Ne yedi? Ne içti? Kurttan Kuştan kendisini
nasıl korudu? Bilinmez ama genç kız dayandı. Ateş gözlü kartallar gibi,
ağzından salyalar saçan azgın kurtlar gibi Sarıkız da Kazdağı’nın
başında varlığını sürdürdü.
Kışın dağda fırtınaya yakalananlar, köylerine kentlerine döndüklerinde:
“Ermiş midir, evliya mıdır, Allah ondan
razı olsun, bir kız ansızın karşımıza çıkıverdi. Bizi donmaktan, azgın
kurtlara yem olmaktan kurtardı,” diye destanlar anlatıyorlardı.
Sarıkız’ın babası, anlatılanları
dinliyor, yıllar önce dağ başına bıraktığı kızının hâlâ yaşadığı umuduna
kapılıyordu. İçinin köz gibi yandığı bir gecenin sabahında yola düştü.
Kâh yürüyerek, kâh emekleyerek Kazdağı’nın tepesine tırmandı. Orada
koyak koyak aramasına gerek kalmadı. Sarıkız’ı bir akça kayanın dibinde
otururken buldu. Karşısına geçip oturdu.
Uzun müddet ne kendisi bir şey
konuşabildi, ne de Sarıkız. Sonra tek tek sözcüklerle konuşmaya
başladılar. Dereden tepeden söz ettiler. Kazdağı’nın güzelliğinden
ağaçlarının ululuğundan bahsettiler. Geçmiş günlerin kapısını hiç
aralamadılar.
Gün yükselmiş, çamların doruğuna çıkmıştı. Öğle vakti olmuştu:
“Kızım namaz vakti geldi. Bana biraz su getir de abdest alayım.”
Oturdukları yüceden Edremit Körfezi görünüyordu. Yakın gibi duruyordu ama on binlerce metre uzakta, aşağıda, derindeydi.
Sarıkız yerinden doğrulmadan:
“Peki baba” dedi. Yanında duran
maşrapayı eline aldı. Edremit Körfezine kolunu uzatıverdi. Kol uzadı
uzadı denize ulaştı. Maşrapayı doldurdu. Babasının eline su dökerek
abdestini aldırdı.
Baba namaza durdu ama nasıl kıldığını hiç bilemedi. Duaları karıştırdı, namazın yol yordamını şaşırdı.
Adam dağ başında birkaç gün kaldı.
Sarıkız’ı köye götürmek istedi. Sarıkız köye dönmeyi kabul etmedi.
“Benim evim bu dağ başı,” dedi. Başka bir şey demedi.
Babası köye eli boş döndü. Döndü ama
kimseye Sarıkız’dan söz etmedi. Derler ki körfeze uzanıp su almasından
kısa bir süre sonra Sarıkız kayıplara karıştı. Bir daha onu sağ gören
olmadı. Bir çoban tarafından ölüsü bulundu. Türkmenler toplanıp bir
mezar kazdılar.
Eğer Kazdağı’nın kartallar uçuşan
tepesine çıkacak olursanız, orada Sarıkız’ın mezarıyla karşılaşırsınız.
Öyle ak mermerli, gök kubbeli bir mezar değil. Kıyısı taşta örülmüş,
toprak bir mezar. Türkmenler her yıl ilkbaharda burasını ziyarete
çıkarlar. Ziyaret günleri Sarıkız’ın mezarı renk renk kır çiçeklerinden
görünmez olur.
Geceleri uzaktan geçenler Kazdağı’nın
tepesinde şavkıyan bir top ışık görürler. Sarıkız’ın toprak mezarıdır
burası. Işık yerde yanmazmış da bir demet halinde gökyüzünden düşermiş.
Sarıkız sonsuz uykusunu her gece ışıklar içinde uyurmuş.
Kaynak:http://secmehikayeler.com/konular/anadolu-efsaneleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder