24 Mayıs 2016 Salı

EFSANE NEDİR?

Bir doğa olayının bir varlığın meydana gelişinin, doğa elemanlarından birinde olan bir değişikliğin doğa üstü özellikler gösteren kişilerin hayatlarının, halk hafızasında ve hayalinde yaşayan biçimiyle belli bir yere ya da bir olaya bağlanarak olağanüstü olaylarla süslenip anlatıldığı hikayelere efsane denir.


EFSANELERİN GENEL ÖZELLİKLERİ


Efsaneler, dilden dile anlatılagelmiş çok eski hikayelerdir ve anonim halk edebiyatı ürünleridir.



Efsanelerin konuları bir kişiye, bir olaya ya da bir yere dayandırılıp, şahıs, yer ay da olaylar hakkında anlatılırlar.


Efsanelerde anlatılanların bir ölçüde de olsa inandırıcılık özelliği vardır.  



Efsanelerde çoğunlukla olağanüstülük ağır basar.


Efsaneler, belli şekilleri olmayan bir üslup ve biçime bağlı kalmayan, konuşma diliyle anlatılan kısa halk anlatımları olup kaynaklarını genellikle geçmişin derinliklerinden alırlar.


Efsaneler kısa, yalın, ağızdan ağıza yayılan anonim halk anlatımları olup ağızdan ağıza anlatılırken her anlatıcının özelliklerine göre değişikliklere uğrarlar.

Alıntıdır
Kaynak:http://edebiyatkonulari.blogcu.com 


17 Mayıs 2016 Salı

Kızlarhisarı Efsanesi

“Alabanda kralının çok güzel bir kızı vardır. Herkesin gözü bu güzel kızdadır. Alabandalı iki sanatçı kıza talip olurlar ve kraldan isterler. Kral birisine kente su getirmesini, ötekine de senato binasını yapmasını söyler. Ancak ikisinin de aynı anda işe başlamalarını, üstlendikleri işleri önce kim bitirirse kızı ona vereceğini bidirir. 

İki sanatçı büyük aşkları uğrunaher güçlüğe göğüs gererek heyecanla işlerine başlarlar. Suyu getirecek olan o kadar hızlı çalışır ki, işinin bitimine ramak kaladaha ötekinin ki yarıyı bulmamıştır.

 Normal koşullarda kızı alamayacağını anlayan ikincisi kendien göre plan uydurur. Büyük para ver mücevherat vererek aracılar bulur. Aracı büyük bir yalan düzer. Doğruca suyu getirecek olana gider. Seneto binasının çoktan bittiğini, dolayısıyla kızın mimara verildiğini söyler. 

Suyu getirecek olan, büyük şaşkınlık içinde bir an duraklar. Dolu dolu olan gözlerinden sızan yaşlar, yanaklarından aşağıya, titrek dudaklarına iniverir.bir an nerede olduğunu ne yaptığını bilemeyecek hale gelir. Sonra kalkar doğrulur. Etrafına, bir şey ararcasına bakınır. Sonra yerde yatan balyozunu alır, havaya fırlatır. Balyoz daha havada iken altına dikilir. Hızla inmekte olan balyoz adamı paramparça eder. Bir başka söylentiye göre de adam kendi yaptığı İncekemer’den aşağıya atlayarak intihar eder. Böylece rakipsiz kalan mimar kızı alır. O günden beri senato binasına Kızlarhisarı denilmektedir.” 

Alıntıdır
Kaynak:http://www.aydinkulturturizm.gov.tr



 
Şeyh İzzettin İsmail Efsanesi

Şeyh İzzettin İsmail, Hendek İlçesine bağlı Şeyhler Köyü’nde türbesi bulunan ve 1300’lü yıllarda yaşayan bir Anadolu erendir.

 Söylenceye göre; Akyazı tarafından gelen bir Osmanlı Ordusu, Düzce taraflarına sefere giderken Kargalıhanbaba Köyü’nün yakınındaki çimenlikte konaklarlar. O ordunun kumandanı Konuralp’tir. Ordudaki askerlerin yiyecekleri ile atlarında otu tükenir ve askerler arasında da açlık başlar. Konuralp Şeyhler Köyü’nü göstererek “Şu ileride bir Türk köyü olacaktı, o köye git de, bize yiyecek içecek bir şeyler, atlara da ot, arpa hazırlasınlar” diye emir verir.


 Konuralp askere bu görevi verince asker atına binip köye doğru hareket eder. Daha köye gelmeden yolun kıyısında ineklerini otlatan yaşlı bir adamı rastlar. Yaşlı adama, selam verip “Bu yakınlarda bir Tük köyü varmış, o köy nerededir? diye sorar. Yaşlı adam askere, köye ne için gittiğini sorar. Asker de yaşlı adama, kumandanın askerlere yiyecek içecek bir şeylerle, atlara ot ve arpa hazırlamaları, söylemek için onu o köye gönderdiğini söyler. Yaşlı adam, askeri dinler ve kumandanının yanına dönmesini ve istenilenleri kendinin getire ceğini ifade eder.


 Asker, yaşlı adamın bu sözü üzerine kumandanın yanına gider. Yaşlı adam da, askeri kumandanının yanına gönderdikten sonra evine gelir ve hanımına durumu anlatır. Hanımından yiyecek, içecek bir şeyler hazırlamasını ister. Yaşlı adamın hanımı, hemen hazırlıklara başlar; çörek pişirir, pilav yapar, ayran hazırlar, beyine verir. Yaşlı adam, hanımının hazırladıkları ile küçük bir torba arpa da alıp evinden ayrılır ve Kargalıhanbaba Köyü’nün yakınındaki çimenliğe gelir. İlk karşılaştığı askere, kumandanı sorar ve yanına götürmesini ister. Askerler yaşlı adamı alıp kumandanının çadırına götürür.


 Yaşlı adam, kumandan ile yanındakilere selam verip hal hatır sorduktan sonra bohçayı açar; üstüne pilâv, çörek ve ayranı çıkarır. Kumandanla yanındakilere, getirdiklerini yemelerini söyler. Kumandan yaşlı adama, getirdiklerinin az olduğunu ve kimseye yetmeyeceğini söyler. Yaşlı adam ise, kumandana yemeğe başlamalarını ve Allah’ın getirdiklerinin bereketini artıracağını belirtir. Kumandan ile yanındakiler isteksiz olarak bohça üstündeki, pilavla çöreği yemeye, ayranı da içmeye başlarlar. Bohça üstündeki pilavla çörek yenip az bir şey kalır. Yaşlı adam, kumandana, askerlerin yemek için taslarını ve atları içinde yem torbalarını alıp getirmelerini ister. Kumandan, askerlere haber gönderir. Askerler de tasları ile atlarının yem torbalarını alıp kumandanın çadırına gelirler. Askerler kumandanın çadırına gidince yaşlı adam, bohça üstünde kalmış olan az miktardaki pilavdan askerlerin taslarına koyar, ellerine de çörekten küçük parçalar verir, evinden getirdiği arpadan da, birer avuç getirdikleri yem torbalarına koyar. Askerler, yaşlı adamın taslarına koyduğu olduğu pilavdan, ellerine verdiği çörekten yiyip doyarlar. Yem torbalarını da gidip atlarının boyunlarına takıp atlarını da yemlerler ve atlar da arpayı yer doyarlar. Kumandan ile yanındaki diğer kumandanlar kendilerinin, askerlerin atların doyduklarını, gene de bohça üstünde biraz daha pilav, çörek ve ayranın arttığını olduğunu görünce bu olağan üstü olay karşısında şaşırıp kalırlar.

Yaşlı adam, bohça üstünde kalan pilav ile çöreği bohçaya sarar, bohça ile yanındaki arpa torbasını kumandana verir ve bunları da bir dahaki acıktıkları yerde yemelerini, arpa ile de atlarınızı yemlemelerini söyler. Kumandan tereddütsüz yaşlı adamın kendisine verdiklerini alır ve yaşlı adama, teşekkür eder. Kumandan o vakte kadar meydana gelen bu olağan üstü olayın etkisinde kaldığından yaşlı adama, adını ve kim olduğunu da sormaz. Askerleri toplayıp Düzce yönüne gitmek üzere iken yaşlı adama, kim olduğunu sorar. Kumandana adının Şeyh İsmail olduğunu söyler. Kumandan, Şeyh İsmail ile vedalaşır ve askerinin başında Düzce yönüne doğru hareket eder. Kumandan ve askerleri Düzce taraflarına gidip seferini yapar ve sonra Orhan Bey’in yanına dönerler.

Bir zaman sonra Orhan Bey, o kumandanla Düzce tarafına sefere çıkar. Şeyhler Köyü’ne yaklaştıklarında kumandan, Orhan Bey’e, önceki seferlerinde buradan geçerken askerin yiyecek ve içeceği ile atların arpası tükendiğini ve asker arasında açlık başladığını anlatır. 


Ardından bir askerini ilerideki Türk köyüne yiyecek, içecek bir şeylerle, atlar için arpa almaya gönderdiğini söyler. Askerin o köyde rastladığı Şeyh İsmail adında bir zata, sıkıntı içinde olduğumuzu belirtince, Şeyh’inde ailesine pilâv, çörek, ayran hazırlattığını ve atlar için de bir torba arpa alıp yanlarına geldiğini anlatır. Getirdiklerinin onları ve hayvanlarını doyurduğunu, herkesi büyük bir sıkıntıdan kurtardığını söyler. 

Bu sözleri üzerine Orhan Bey, Şeyhi ziyaret etmek ister. Bu konuşmalardan sonra, Orhan Bey ve askerleri Şeyhler Köyü’ne gelirler. Şeyh İsmail ile görüşüp onu ziyaret ederler. Şeyh İsmail, Orhan Bey ve kumandanın askerleri ile kendisini ziyarete gelmelerinden dolayı çok memnun olur. Şeyh İsmail bu sefer de Orhan Bey ile askerlerine de yemek verip ikramda bulunur. Orhan Bey ile kumandanları bu seferki ikramından dolayı da Şeyh İsmail’e teşekkür ederler. 

Onun bu yardım ve iyiliğine karşılık olarak da Çalıca ve Şeyhler köyleri ile dolaylarını bir beratla Şeyh İsmail’e vakf eder. Köyden Orhan Bey zamanından beri de devlet öşür almaz.

Alıntıdır
Kaynak:http://www.sakaryakulturturizm.gov.tr 



 

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Fethiye Ölüdeniz Belcekız Adı Efsanesi

Fethiye’den Ölüdeniz’e çamlar arasından giden yol 14 km. Yokuşlu inişli yolun sonunda birden müthiş bir mavi çıkıverir karşınıza. Burası Belcekız Koyu’dur. Koyun içinden uzanan kumsalı yürüdüğünüzde ise eşsiz Ölüdeniz’i görürsünüz. Ölüdeniz büyülü gibidir, kıpırtısız durur öylece. Dibinde tek bir yosun bile yoktur, beyaz bir kumla örtülüdür. Suyun ve dibinde kumun kırdığı ışık turkuaz bir renk verir. Ölüdeniz’e çamların gölgesi düşer ve bu etkileyici turkuazı zenginleştirir.

Belcekız adı da bir efsaneye dayanır. Eski çağlarda buralardan geçen gemiler açıkta demirler ve içme suyu almak üzere kıyıya sandalla çıkarlarmış. Bir gün yaşlı bir kaptanın genç, yakışıklı oğlu su almak için koya çıktığında güzel mi güzel Belcekız’ı görür. Görür görmez de vurulur. Kızın yüreğine de ateş düşer. Ama delikanlı suyu alıp dönmek zorundadır. Gemi uzaklaşıp gider. Belcekız hep kıyıyı, sevgilisini kollar. Delikanlı da geminin buralardan her geçişinde su almaya gelir. Böylece görüşür, sevişirler.

Bir gün gemi buralardan geçerken fırtına patlar. Genç, babasına burada korunaklı, havuz gibi bir koy olduğunu söyler. İhtiyar kurt ise oğlunun gönül macerasını bilmektedir. Oğlunun sevgilisini görmek uğruna gemiyi parçalamayı göze aldığını sanır. Dalgalarla birlikte kavga da büyür baba oğul arasında. Gemi tam kayalıklara çarpacakken kaptan bir kürek darbesiyle oğlunu denize atar ve dümene yapışır ki durumu görür. Deniz dönerek çarşaf gibi bir koya girmektedir. Oğlan orada ölür. Kayaların üzerinde sevdiğini bekleyen Belcekız da kendini kayalardan atıp ölür. İşte o gün bu gündür kızın öldüğü yere Belcekız, oğlanın öldüğü yere Ölüdeniz denir. Günün ilerleyişine göre rengi değişip duran deniz belki de bir oğlana bir kıza yanmaktadır.

Ölüdeniz Kumburnu’nda 950 hektarlık alan Kıdrak Tabiat Parkı ilan edilip, koruma altına alınmıştır. Ölüdeniz Lagünü ve Kıdrak Plajını kapsayan bu alan aynı zamanda SIT bölgesi ve özel çevre koruma alanı içinde kalmaktadır. Plajda su sporları işletmesi de var. 


Alıntıdır
Kaynak:http://www.muglakulturturizm.gov.tr

 
Adam Kurutma Kayası Efsanesi

Yörede bir zamanlar cezalandırılmak istenen kişilerin bu kayaya yatırıldığı, adamın çok geçmeden sıcağın etkisiyle saca dönen bu kayalar üzerinde kuruyup kaldığı inanışı yaygındır. 

Buna ilişkin şu efsane anlatılır.Zamanın birinde bu yörede çok acımasız, zalim bir bey yaşarmış. Aklına esti mi insanları köpeklerine paralatıp, diri diri gömen beyin en büyük eğlencelerinden biri de yakaladığı kişileri kızgın saç üzerinde namaza durdurup ayakları yandıkça zıplamalarını izlemekmiş.

 Günlerden bir gün bey amansız bir hastalığa yakalanmış. Ülkesinin tüm hekimleri bir çare bulamamış. Bir gece acılar içinde kıvranırken rüyasında Hızır’ı gürmüş. Hızır: Senin derdinin dermanı Adam Kurutma Kayasındadır. Kayalara varıp üstündekileri çıkar, iki rekat namaz kılıp Tanrı’ya yakar, der. 

Ertesi gün bey kayalara gider, soyunur, kayaların üstüne çıkar. Namaza duracaktır ama, kaya güneşten o kadar kızmıştır ki ayakları yanmaya başlar. Hoplaya zıplaya güçlükle namazı tamamlar. Ellerini dua için açtığında kulağına Hızır’ın sesi gelir. “Ey acımasızların acımasızı. Sen ki zavallı insanlara layık gördüğün azabı kendinde denedin, artık tövbe et, kötülüklerinden arınmak için halkına yardımcı ol ki şifa bulasın”. Bey yaptıklarına tövbe edip bir daha kötülük yapmayacağına ant içer. Bir süre sonra da iyileşir. Yörede bu kayaların kimi hastalıkları iyi ettiği inancı günümüzde de yaygındır. 

Alıntıdır
Kaynak:http://www.karabukkulturturizm.gov.tr



Geyikli Dede Efsanesi

Efsane halk ağzı ile şu şekilde anlatılmaktadır. Çok eski zamanlarda Öğlebeli Köyünde fakir bir çoban vardı. Nereden geldiğini, ne zaman geldiğini kimse bilmezdi. Bir babası , bir anası , birde kocamış karısı vardı. Bu çobana dede derlerdi. Okuması, yazması yoktu, güzel sözleri, esrarlı hali ile kendisini çok sevdirmişti.

 Çoban kurak ve kıraç alanlarda sığırlarını güder, Araç Çayı’nın öte geçesindeki çayırlara geçemediği için canı sıkılırdı. 

Bir gün çayın üstüne köprü yapmayı düşünmüş, ormandan kestiği ağaçları danasının sırtında taşımaya başlamış. Dananın sırtında taşınan ağaçlardan ne olur, Tanrı’ya yalvarmış, Tanrı’da ormandaki geyikleri onun hizmetine vermiş. Gece geyikler ağaçları taşımış gündüz ağaçları birbirine çatarak köprüyü kurarmış.

 Gel zaman git zaman dede birde camii yaptırmak istemiş. Köyün meydanını kazmış. Sabahleyin birde bakmışlar ki her tarafa kum, taş çekilmiş. Köylüler buna inanamamış ve gözetlemeye karar vermişler. Bunu hisseden çoban karısına; köylüler benim işime mani oluyorlar, camiyi yapmak nasip olmayacak. Eğer beni görürlerse beni artık burada arama. Kara danayı ardımca sal, o benim yerimi bulur demiş. 

Gece gözetleyen köylüler taşların geyikler tarafından taşındığını görmüşler. Sırrı aşikar olan ermişler yaşamazlarmış, çoban köylülere; evinizin sayısı 20’yi geçmesin diye beddua etmiş ve ertesi gün evden çıkmış. Karısı iki gün beklemiş gelmeyince kara danayı salıvermiş, oda peşinden yürümeye başlamış. Dana evvela mezarlıkta durmuş, sonra Dede Yaylasına kadar yürümüş., orada bir yerde düşmüş ölmüş. Bu ermiş çobanın yattığı bir türbe olup adı “Bahattin Gazi” türbesidir. 

Alıntıdır
Kaynak:http://www.karabukkulturturizm.gov.tr/


Kızıl Ziyaret Efsanesi

Muş’un güneyindeki Kurtik Dağları üzerinde, eşsiz tabiat güzellikleriyle dolu bir düzlük vardır. Buraya Kızıl Ziyaret Tepesi denir. Tepeye ait efsanenin çeşitli anlatılarının en yaygın olanı şöyledir: Bir zamanlar Kızıl Ziyaret Tepesinde yaşayan fakir bir adamın, güzeller güzeli bir kızı varmış. Periden daha alımlı olan kızın güzelliği dillere destanmış. Kız bir çobana sevdalıymış ve onun yavuklu suymuş. İki sevdalı bir araya geldiklerinde, hep kuracakları yuvayı konuşur, gelecek mutlu günlerin hayaliyle yaşarlarmış.

Yine aynı yörede yaşayan zengin mi zengin bir ağa varmış. Bu ağanın da şımarık mı şımarık bir oğlu varmış. Kızın güzelliği bu ağa oğlunun da kulağına gitmiş. Ağa oğlu, kızı gidip babasından istemiş. Kız, “Ben ağa oğlunun olmam” demiş. Ağa oğlu da, “Ben ki bu yörenin ağasının oğluyum, beni istemeyen kızı zorla da olsa alırım” demiş.

Ağa oğlu, adamlarını alarak kızın yaşadığı Kızıl Ziyaret Tepesi’ne gitmiş. Kız ve çoban yavuklusu, ağa oğlunun zorbaca bu niyetinden habersiz, her zaman olduğu gibi kur

acakları yuvayı konuşuyorlarmış. Ağa oğlu ve adamları, kızla çobanın buluştukları yere gelmişler. Ağa oğlu, daha önce söylediklerini bir kere daha tekrarlamış ve “Güzel kız, ben seni istedim, ama sen bani almadın. Ben de seni zorla alacağım.” demiş. Ağa oğlu ve adamlarının niyetini anlayan kızla yavuklusu, kurtulmak için çareyi kaçmakta bulmuşlar. Onlar kaçmış, ağa oğlu ve adamları kovalamış. Bu kovalamaca, dik bir uçurumun başına kadar sürmüş. Kız çaresizlikten Allah ‘a yalvarmaya başlamış: “Yarabbi, ne olur, beni bu adama yar edeceğine, yer yarılsın da ikimiz de içine girelim.” demiş. Allah kızın duasını kabul etmiş ve kız duasını tamamlar tamamlamaz yer yarılmış ve kızla yavuklusu yarılan yerin içine girmişler. Yerin içine girerken, kızın bir tutam saçı, dışarıda kalmış.

O gün bu gündür, kızın bir tutam saçının dışarıda kaldığı yerde, yemyeşil çimenler çıkar. Kızıl Ziyaret Tepesi’ne, güzeller güzeli kızla, yavuklusu çobanın yerin içine girdiği yere gelenler, bu efsanevi aşıklara dua ederler.

Alıntıdır
Kaynak:http://www.efsaneler.net/kizil-ziyaret-efsanesi-mus/ 


 
Anavarza Efsanesi

Vaktiyle Anavarza yiğit insanların, güzel kızların yaşadığı büyük bir şehirmiş. Kent ve kale dıştan gelecek tehlikeye karşı koyabilecek durumdaymış. O zamanlarda şehirde yaşayan taş ustaları taştan oymalarla evleri, meydanlarısüsler, insana şaşkınlık verecek hayranlık uyandıracak eserleri yaratırlarmış.
 

Gündüzleri halk, kentten çıkar, tarlada bayırda işini görür, akşam olduğunda kente geri dönermiş. Kentin dışı derin hendeklerle ve yüksek duvarlarla çevriliymiş. Kentin kapısındaki asma köprüden başka içeri girebilecek hiçbir yer yokmuş.
 

Halk bu güzel kentte huzur içinde yaşarmış. Akşamları her ev kahkahayla dolarmış, ağıtlar şarkı diye söylenirmiş.Halk mutluymuş, günler böyle gelir geçermiş.
 

Anavarza Kralı’nın (Aya sen doğma, ben doğayim) diyen dünya güzeli bir kızı varmış. Bu kız akıllı mı akıllı, güzel mi güzelmiş. Gel gör ki, günlerden birgün işte bu kız yüzünden kentin huzuru kaçmış, Kralın o gülen yüzü kızarmış, kaşları çatılmış.
 

Bir gün Sis Kralının elçisi, Anavarza Kralına gelmiş
 

-Ulu Sis Kralı adına yüce Anavarza Kralına saygılarımı sunarım, demiş,
 

Kralı:
 

-Söyle bakalım ne diler kralın bizden? Deyince de elçi:
 

-Kralım kızınızı oğluna ister.
 

-Yaa, öyle mi?
 

-Evet yüce kralım.
 

-Ya istediğini kabul etmezsem?
 

-Ulu kralım bunu da düşünmüştür. Kızınızı oğluna vermezseniz, Krallığınıza savaş açacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum.
 

-Savaş diler demek?
 

-Hayır... Ama...
 

-Sis Kralına söyle, bu işi düşünmemiz gerekir.
 

Anavarza Kralı işte böyle demiş.
 

Dert geldi mi üst üste gelirmiş. Sis Kralı’nın elçisi gidince bu defa Misis Kralı’nın elçisi kapıya dayanmış. O da kızı Misis Kralı’nın oğluna istemeye gelmiş. O da aynı istek ve tehtitlerde bulunmuş.
 

Anavarza Kralı, çok halim – selim, iyi yürekli bir insanmış. Ne yapacağına kırmızı verememiş, dalmış kara düşüncelere. Durum çok çetin. Kızını bu krallardın hangisinin oğluna verse diğeri yine kendi halkına savaş açacak. Belki de ülkesi elden gidecek. Hiçbirine vermezse bu defa iki ülke halkı ile savaşmak zorunda kalınacak diye düşünüp durmuş.
 

Kız babasının haline çok üzülmüş, yüreğinden vurulmuş babasına:
 

-Olur mu Kral babam. Ben senin kızın değil miyim? Bana derdini niçin açmazsın? Diye kahırlanmış.
 

Kral:
 

-Kızım, güvercen topuklu yavrum demiş. Çok haklısın. Bilmem ki ne etsem. Sis Kralı elçi göndermiş, oğluna seni ister. Misis Kralı’ da elçi göndermiş. O da oğluna seni ister.Vermezsem savaş açılacak, hangisine peki desem yine de olacağı bu. Ne yapmalı bilemedim demiş.
 

Kız gülmüş:
 

-Ondan kolay ne var?
 

-Şeytan bile çözemez bu düğümü kızım, demiş kral.
Kız:
 

-Hayır kral babam; Bundan kolay bir şey yok. Dersen ki onlara, ben kızım veririm, Veririrm ama, bir şartım var. Anavarza’nın suyu az. Buraya bol suyu önce kim getirirse, onun oğluna kızımı veririm. Onlara öyle söyleyin siz. Gerisine karışmayın.
 

-Bak işte bunu hiç düşünmemiştim. O zaman savaşsız çözeriz bu işi.
 

-Elbette babacığım. Halkımız rahat, huzur içinde yaşıyor. Onların benim yüzümden acılara katlanmalarını, ölmelerini istemem hiç, demiş.
 

-Böylece aradan günler geçmiş her iki kralın elçileri, Anavarza kralı’nın kararını öğrenmek üzere Anavarza’ya gelmişler. Kral onlara kızının öğrettiğini söylemiş.
 

-Anavarza’ya bol suyu ilk getireninin oğluna kızımı vereceğim. Kararımı krallarınıza böyle iletiniz.
 

Elçiler bu kararı hemen kendi krallarına iletmişler.
 

Bunun üzerine, Sis Kralı yukarıdan, Misis Kralı aşağıdan başlamışlar su yolunu yapmaya, Sis Kralı su yolunu yontma taşlardan, çok güzel, sağlam biçimde yaptırmaya uğraşırmış.Bu yüzden işi gecikirmiş.Misis Kralı da kerpiçten yaparmış su yolunu. Bu yüzden Misis’lilerin su yolu çabuk ilerlemiş. Günler geçmiş, yollar ilerlemiş, sonunda aşağıdan Misis’lilerin su yolu görünmüş. Sis’lilerden bir haber yok. Misis’lilerin su yolunun kente yaklaşmakta olduğunu gören kızı almış bir üzüntü. Meğer içten içe yiğitliğini duyduğu Sis Kralı’nın oğlunu seviyormuş. Ona adamlar göndermiş ve;
 

İyiye kötüye bakma. Elini çabuk tut demiş.
 

Ama taş yol bu. Peynir değil ki doğrana, çamur değil ki sıvana. Sonunda Misis’lilerin yolu bitmiş. Su gelmiş kentin kapısına dayanmış. Dayanmış dayanmasına ama, kız buna dayanamamış. Kaldırmış kendisini kayalıklardan aşağıya atmış.
Derler ki Anavarza o günden sonra bir daha şenlik nedir bilmemiş. Kentin evlerinden neşe dolu kahkahalar yükselmemiş.  



Alıntıdır
Kaynak:http://www.adanakultur.gov.tr




14 Mayıs 2016 Cumartesi

Cennet Bursa Efsanesi

Vaktiyle her Süleyman’dan içeri bir Hazreti Süleyman varmış.  Alnında Peygamberlik nuru yanar, başında Hükümdarlık tacı yanarmış.  Allah ona  “Mührü Süleyman” derler tılsımlı bir mühür ihsan etmiş, bu sayede dağa taşa hükmeder olmuş, oturduğu taht ne altın ne fildişi, ya cin ya peri işi tahtırevanmış. Böylece dünyanın dört bir yanını dolaşarak ağlayanla ağlar gülenle gülermiş. Günlerden bir gün tahtına kurulmuş sağ vezirini sağ tarafına sol vezirini sol tarafına alarak havalanır, gökler dağlar eğim eğim eğilir, yollar erim erim erir, göz açıp kapayıncaya kadar varırlar dağların dağı Uludağ’ın tepeciğine.  Bir bakar ki ne baksın bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı renk, bir kanadı su, bir kanadı ışık,  Hazreti Süleyman  “Yaratan neler yaratıyor”  der parmağı ağzında kalır. Sağına döner sağ vezirine “A vezirim sen çok gezdin, çok gördün bakınca bu yerleri nasıl görüyorsun” diye sorar, “Ey benim Sultanım Efendim Allah her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak derleyip koklayacak biri olmadıktan sonra neye yarar, deyince Hazreti Süleyman bu söze mührünü basar. Sol vezirine dönüp “A benim vezirim, sen çok gördün çok yaşadın. Dünyada bu güzellikten üstün bir güzellik var mı?” Sol vezirde “Var Sultanım var. Öyle dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama gönül yaylasını saran insan sesi daha güzeldir.” Su pırıl pırıl gökyüzü güzeldir ama hiçbiri ayın ondördü Sultan gibi ay ile bahsedip gün ile doğamaz”  deyip kesince Hazreti Süleyman bu söze de mührünü basar. Son sözü kendi alıp “Ey benim vezirlerim bu yerlerin bir insan eksiği var dediğiniz gibi bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaydı böyle kaybolup gitmezdi. Bu bir; üstelik bunlara her güzellikten üstün insan güzelliği katılırdı,  bu iki; şimdi sizde benim bu sözüme bir mim koyarsınız, şu yaylaları yurt edinelim, saray yaptıralım, köşkü beraber içinde bahçesi suyu beraber.... Bu saraya güzeller güzeli Belkıs’ın tahtını kuralım, bu bahçeye de dilediği gülü bülbülü konduralım. Vezirler mim koymaya kalmadan taş dile gelip “Belkıs, Belkıs” diye inim inim inler Hazreti Süleyman o saatten tezi yok perilerini başına toplayarak konuşacakken perilerden biri niyetini anlayarak dilsiz anlatır. Onlara “Ya Süleyman, Can kavmi” derler bir kavim buralara bir şehir kurmuş ama “Cin” kavmi dedikleri kavim de bu şehre göz koymuştur. Bin yıl dövüştüler, sonu ne onlara kaldı ne bunlara. Tufan gelip sular altında bıraktı şehri. İşte bu dağın eteğinde gördüğün göller,  göl değil, tufanda göllenip kalmış sudur; O Şehirde sözüm ona bu göllerden birinin altında yatıp duruyor, deyince Hazreti Süleyman mührü Süleyman’ı basar. Vezirlerde birer mim koyar söze. Bunun üzerine su perileri sulara dalar, suları boşaltıp can şehrini çıkartırlar. Dağ perileri de dağlara tırmanır getirecekleri kadar mermer taş, mermer direk, bir saray kurarlar, köşkü beraber, bahçesi suyu ile periler uğraşırken Hazreti Süleyman kuşun kanadında dört bir yana haber gönderip cümle ela gözlülere “Buyur” eder. Nerde var, nerde yok ela gözlülerde gelir bu şehre yerleşir. Belkıs Sultan’da varıp sarayına tahtına kurulur. Şehirde şehir olur.  Sağ vezir sağ gözüyle görür. “Cennet Burası” der. Meğer sol Vezirin kulağı biraz ağırmış. Cennet Bursa anlamasın mı? O gün bugün bu şehrin adı “Bursa” kalır.

Alıntıdır
Kaynak:www.bursakulturturizm.gov.tr


 
Tortum Gölü Efsanesi

Erzurum Tortum ilçesinde bulunan Tortum Gölünün güzel bir efsanesi halk arasında şöyle anlatılır..

Tortuma bağlı Uzundere Hars (Uludağ) köyünden bir çoban sürüsünü otlatırken, kulağına gaipten bir ses gelir...
-- Geliremmmmmm ...

Çoban şaşırır, sağına soluna bakar, hiç kimseyi göremez. Kendi kendine vehimlendiğini sanır. Akşama kadar bekler ve köyüne döner. Çoban ertesi gün yine aynı yerde aynı sesi bir kere daha işitir. Yine kimsecikler yoktur. Bu hadise üçüncü günde aynen tekrarlanınca çoban köyün büyüklerine konuyu açmak ister, konuşur. İçlerinden güngörmüş bir yaşlı köylü çobana derki:

-- Evladım, yarın da aynı sesi yine işitirsen, "Gel bakalım ne yapacaksın!" de bakalım ne olacak...

Dördüncü gün çoban ihtiyar köylünün dediğini yapar. Sesi işitir işitmez başlar bağırmaya:

-“Gel bakalım gel bakalım ne yapacaksın...”

Çoban bu sözleri söyler söylemez eteklerinde sürüsünü otardığı dağın yarısı kopar ve aşağıdan akmakta olan Tortum Çayının önünü kapatır. Böylece bir tarafta göl meydana gelir, diğer tarafta da kayalardan taşan su Tortum Şelalesini meydana getirir.


Kaynak: Dr. Lütfi SEZEN

Alıntıdır
Kaynak:http://www.erzurum.gov.tr










10 Mayıs 2016 Salı

Şahitler Kayası

 Vaktiyle Afyon’a yakın köylerin birisinde iki adam arasında bir toprak kavgası varmış.

Genç bir adam, babasından kalma toprağı elinden aldığını ileri sürerek komşusundan davacı olmuş. Duruşmada Savcıya şunları anlatmış:

“Savcı bey bu adam baba malı toprağımın üstüne oturdu. Babam ben küçükken öldü. Kimimiz kimsemiz yoktu. Tarlama sahip çıkamadım. On beş yıl önce bu adam tarlaya zorla girdi, ekti biçti. şimdi ben büyüdüm, yetiştim. Artık kendi tarlamı kendim ekmek istiyorum. ama burası benimdir diyor malımdan çıkmak istemiyor.”

Öbür adam da kendisini şöyle savunmuş:

“Efendim bu delikanlı yalan söylüyor. Bu tarla bana babamdan kaldı. Babama da dedelerimizden kalmıştır.

Savcı her iki taraftan da tanık getirmelerini istemiş. Delikanlı konu komşudan altı kişinin adını yazdırmış. Öbür adam, “Ben tanık göstermeye gerek görmüyorum davacının tanıklarına razıyım. Onlar, bu tarla senin değildir desinler, ben hakkımdan vazgeçerim,” demiş.

Duruşma başka bir güne ertelenmiş. O gün yaklaşırken davalı adam tanık yazdırılan altı adamı da ayrı ayrı dolaşıp ceplerine birer altın koymuş.

Mahkeme günü geldiğinde Afyon’a giderek savcının karşısına çıkmışlar. Savcı tanıklara: “Doğru söyleyeceğinize yemin eder misiniz? “demiş.

Altısı birden:
“Ederiz,” demişler. “Eğer alan söylersek ALLAH bizi taş etsin.”

“Peki, söyleyin bakalım, tarlanın sahibi kimdir?”

“Delikanlı yalan söylüyor efendim toprak şu adamındır. Ona babasından kalmıştır,” derler.

Böylelikle savcı delikanlının isteğini kabul etmez ve toprak adamda kalır.

Mahkeme sona erince tanıklık yapanlar yola düşmüşler hep bir arada gülüşüp şakalaşarak yürüyorlarmış. Kentten biraz uzaklaşınca şimdi Şahitler Kayası denilen yerde birden taş kesilip öylece kalıvermişler.

Eğer Afyondan Kütahya yönüne gidecek olursanız, yol kıyısında insana benzeyen altı dikili taş görürsünüz. Bunlar altı yalancı tanıktan başkası değildir. “Bize bakında halimizden ibret alın,” der gibi öylece dikilip dururlar.

Yalancı tanıklık utanılacak bir iştir. Afyondan Kütahya yönüne gidecek olursanız halk size, yalancı tanıkların başına neler gelebileceğini örnekleriyle gösterecektir. Burada üstelik bir yetimin hakkı da yenmiştir bu yetimin hakkına bu yalancı tanıklarda yalanlarıyla ortak olmuşlardır.



Alıntıdır
Kaynak:http://secmehikayeler.com/konular/anadolu-efsaneleri
Sarı Kız Efsanesi

Edremit Körfezi’nin kuzeyinde, doğudan batıya bir sıradağ uzanır. Kaz Dağı denir adına. Ünlü mü ünlüdür, hem de güzeller güzeli bir dağdır.

Yeryüzündeki ilk güzellik yarışmasının Kaz Dağı’nda yapıldığını biliyor muydunuz? Bu yarışmanın tek seçici üyesi, Çanakkale Boğazı’nın girişinde yer alan Truva Kenti kralının oğlu Paris’ti. Babası onu Kaz Dağı’na kaz sürülerini otlatsın diye göndermişti. Yarışmaya katılıp ta kaybeden tanrıçalar zavallı Paris’in ve Truva’nın başına öyle işler açtılar ki, bu olaylardan Anadolulu ünlü ozan Homer, dünyanın ilk destanlarından İlyada ile Odise’yi yarattı. Bu destanlar dünya edebiyatının kaynağı ve öncüsü oldu. Edebiyat sanatı Homer’in izinde ve etkisinde doğdu, palazlandı ve gelişti.

Sarıkız efsanesi, bir başka kaz çobanının, bir Türkmen kızının hikâyesidir. Yolunuz Edremit’e düştüyse, çarşıda pazarda, folklor ekiplerinin giydiklerine benzer, çok güzel giysiler giymiş genç kızlar, yaşlı kadınlar görmüşsünüzdür.  Edremit’e Kaz Dağları’nın yamaçlarındaki Türkmen Köylerinden inerler. Oralarda giysileri gibi hala eski güzel geleneklerini yaşatan birçok Türkmen Köyü vardır.

Vaktiyle bu köylerden birisinde bir adamın güzelliği dillere destan bir kızı vardı. Güzelin düşmanı çoktur. Gerek kendi köyünden, gerekse çevre köylerden birçok delikanlı Sarıkız’a istekli olmuştu. Dünürcüler sıraya girmişlerdi.  Sarıkız ise hiç birine “he” demiyordu.

İsteklerine erişemeyen kişiler, Sarıkız’ı dillerine doladılar. Yemediler, içmediler, hakkında çirkin söylentiler yaydılar.  Utanmadan sıkılmada “Kötü yolda yürüyor” dediler de başka bir şey demediler.

Sinek küçüktür ama mide bulandırır.  Zavallı Sarıkız’ın kimsenin odununa yaş tavuğuna kış demeden kendi halinde yaşayan babası el içine çıkamaz oldu. Günlerce kötü kötü düşündü durdu.  Sonunda kızını ardına taktı. Önüne dört kaz aldı. Hep birlikte uzun bir yolculuktan sonra Kazdağı’nın duman eksilmeyen doruğuna vardılar.  Kazları otlatma bahanesiyle kızını bir uçurumdan aşağı atıp ortadan kaldıracaktı.

Ama baba yüreği bu, yapamadı. Şimdiye kadar canlı bir karıncayı bile ezmemişti. Nerede kaldı ki, güzeller güzeli biricik kızını öldürsün.

Düşündü taşındı. “En iyisi onu burada dağ başında bırakayım,” dedi.

“Kızım, ben köye dönüyorum. Orada bıraktığımız hayvanlar ölmek üzeredir. Gideyim de onlara bakayım, yemlerini sularını vereyim. Sen burada kal. Kazları otlat. İki güne kalmaz döner gelirim.”

Gidiş o gidiş. Kızını bir daha ne aradı, ne sordu. O sert poyrazları bol, yağmuru fırtınası eksik olmayan dağ başında Sarıkız nasıl yaşadı? Ne yedi? Ne içti? Kurttan Kuştan kendisini nasıl korudu? Bilinmez ama genç kız dayandı. Ateş gözlü kartallar gibi, ağzından salyalar saçan azgın kurtlar gibi Sarıkız da Kazdağı’nın başında varlığını sürdürdü.

Kışın dağda fırtınaya yakalananlar, köylerine kentlerine döndüklerinde:

“Ermiş midir, evliya mıdır, Allah ondan razı olsun, bir kız ansızın karşımıza çıkıverdi. Bizi donmaktan, azgın kurtlara yem olmaktan kurtardı,” diye destanlar anlatıyorlardı.

Sarıkız’ın babası, anlatılanları dinliyor, yıllar önce dağ başına bıraktığı kızının hâlâ yaşadığı umuduna kapılıyordu. İçinin köz gibi yandığı bir gecenin sabahında yola düştü. Kâh yürüyerek, kâh emekleyerek Kazdağı’nın tepesine tırmandı. Orada koyak koyak aramasına gerek kalmadı. Sarıkız’ı bir akça kayanın dibinde otururken buldu. Karşısına geçip oturdu.

Uzun müddet ne kendisi bir şey konuşabildi, ne de Sarıkız. Sonra tek tek sözcüklerle konuşmaya başladılar. Dereden tepeden söz ettiler. Kazdağı’nın güzelliğinden ağaçlarının ululuğundan bahsettiler. Geçmiş günlerin kapısını hiç aralamadılar.

Gün yükselmiş, çamların doruğuna çıkmıştı. Öğle vakti olmuştu:

“Kızım namaz vakti geldi. Bana biraz su getir de abdest alayım.”

Oturdukları yüceden Edremit Körfezi görünüyordu. Yakın gibi duruyordu ama on binlerce metre uzakta, aşağıda, derindeydi.

Sarıkız yerinden doğrulmadan:

“Peki baba” dedi. Yanında duran maşrapayı eline aldı. Edremit Körfezine kolunu uzatıverdi. Kol uzadı uzadı denize ulaştı. Maşrapayı doldurdu. Babasının eline su dökerek abdestini aldırdı.

Baba namaza durdu ama nasıl kıldığını hiç bilemedi. Duaları karıştırdı, namazın yol yordamını şaşırdı.

Adam dağ başında birkaç gün kaldı. Sarıkız’ı köye götürmek istedi. Sarıkız köye dönmeyi kabul etmedi. “Benim evim bu dağ başı,” dedi. Başka bir şey demedi.

Babası köye eli boş döndü. Döndü ama kimseye Sarıkız’dan söz etmedi. Derler ki körfeze uzanıp su almasından kısa bir süre sonra Sarıkız kayıplara karıştı. Bir daha onu sağ gören olmadı. Bir çoban tarafından ölüsü bulundu. Türkmenler toplanıp bir mezar kazdılar.

Eğer Kazdağı’nın kartallar uçuşan tepesine çıkacak olursanız, orada Sarıkız’ın mezarıyla karşılaşırsınız. Öyle ak mermerli, gök kubbeli bir mezar değil. Kıyısı taşta örülmüş, toprak bir mezar. Türkmenler her yıl ilkbaharda burasını ziyarete çıkarlar. Ziyaret günleri Sarıkız’ın mezarı renk renk kır çiçeklerinden görünmez olur.

Geceleri uzaktan geçenler Kazdağı’nın tepesinde şavkıyan bir top ışık görürler. Sarıkız’ın toprak mezarıdır burası. Işık yerde yanmazmış da bir demet halinde gökyüzünden düşermiş. Sarıkız sonsuz uykusunu her gece ışıklar içinde uyurmuş.

Alıntıdır
Kaynak:http://secmehikayeler.com/konular/anadolu-efsaneleri
Karacadağ Efsanesi

 Etrafı tarihi surlarla kaplı Diyarbakır’a Urfa istikametinden gidenler Karacadağ’dan geçerler. Karacadağ o yörenin en yüksek yerlerinden biridir. Taşları kapkaradır. Toprağı bile siyaha yakındır.

Bu dağa neden Karacadağ denildiği ve taşlarının renginin kara olduğu sorulduğunda yörede şu efsaneyi anlatırlar:

Diyarbakır Beyi’nin çok güzel bir kızı varmış. Bey’in kızının güzelliği dillere destan. Bey’in her işi yerli yerinde, merhameti bol, sevgisi çokmuş. Ancak o yörede bir dağ varmış. O dağda bir ejderha yaşarmış. Her yıl yüzlerce insanı yermiş ejderha. Bey ne kadar adam göndermişse de baş edememiş ejderha ile. Başına keselerce altın koymuş. Nice yiğit düşmüş peşine ejderhanın, ancak kimse ejderha ile baş edememiş.

Bey’in bir oğlu varmış, yiğit mi yiğit. En sonunda o düşmüş ejderhanın peşine. Dağa gitmiş, bir daha dönmemiş. Bir süre sonrada ejderhanın delikanlıyı öldürdüğünü öğrenmişler. Bey günlerce yas tutmuş. Eh ölenle ölünmezmiş. Bir süre sonra yine şehirdeki işlerine dönmüş.

Bey’in yanında çalışan bir delikanlı varmış. Marangozluk işlerini yapan bu delikanlı  işinin uzmanı, elleri hünerli imiş. Her gören onun ellerinin hünerine hayran kalır, yaptıkları aletleri eşyaları hayranlıkla izlermiş.

Delikanlı günün birinde konakta pencere yaparken Bey’in kızını görmüş. Kız sanki bir ay parçası. Yüzü hiç hüzün görmemiş. Yanakları al al, hep gülüyor.

O günden sonra delikanlının gözü Bey’in kızından başka bir şey görmez olmuş. Ne yana dönmüşse Bey’in kızını görmüş. Ne iş yapmışsa Bey’in kızının aşkına yapmış. Her geçen gün içine kapanan biri olmuş delikanlı. Kimse ile görüşmez, kimse ile konuşmaz olmuş. Öyle ki annesi ile günlerce tek kelime konuşmamış.

Bir akşam annesi oğluna;

“Oğlum ne oldu sana böyle? Sen hep gülerdin, herkesle konuşur şakalaşırdın. Bu halin nedir?” diye sormuş.

“Hiç sorma ana…” demiş delikanlı. “Bana olanlar oldu.”

Annesi çok üsteleyince açıklamış delikanlı derdini.

“Canım oğlum” demiş kadın, “Çok zor bir dert seçmişsin. Anne olarak başka bir şey desen ne eder ne yapar sana getirirdim. Ama bu bey kızı. Ne ona  ulaşacak kanadım var, ne de kolum o kadar uzun. Gel bu sevdadan vazgeç.”

“Sen ne diyorsun ana. Bu sevdadan ancak beni ölüm vazgeçirir.” Demiş.

Ana oğul saatlerce konuşmuşlar. Delikanlı anasına  o kadar yalvarmış ki… Kadın söyleyecek bir söz bulamamış. Oğluna çok acımış.

“Anlaşıldı oğlum. Yarın ider Bey’den kızını isterim . ama hiç ümidim yok. Bey bize kızını vermez.” Demiş.

Ertesi gün gitmiş Bey’in kapısına. Bey  bakmış ki fakir bir kadın. Meramını sormuş. Kadın sözünü dolandırmış, en sonunda;

“Bey kızını oğluma istiyorum.” Demiş. Bey annesinden oğlunu sorunca;

“Sizin marangozunuz.” Demiş. Bey kadını kırmak istememiş. Dahası marangoz delikanlıyı da çok severmiş. Onu da küstürmek istememiş.

“Bak ana,” demiş. Bir süre soluklanmış. Birkaç kez ah çekmiş. Başını sallamış üzüntüsünü belli edercesine.
“Benim de bir oğlum vardı. Hem de çok severdim onu. O benim her şeyimdi. Şehrimizin başına bela olan ejderhayı öldürmek için bir gün dağa gitti yanına da ata yadigârı olan kılıcı alıp götürdü. Günler sonra öldüğünü öğrendik. O günden beri yarım yaşıyorum. Oğlumun acısı hiç dinmedi. Eğer senin oğlun gider o ejderhayı öldürür ve o kılıcı alıp gelirse; o zaman kızımı ona veririm.” Demiş.

Ana üzüntü içerisinde, eve gelmiş. Oğluna Bey’in dediklerini anlatmış.

“Gel vazgeç bu sevdadan oğlum.” Demiş, içi yanarak.
Delikanlı ejderhayı öldürmek için hazırlık yapmaya başlamış. Keskin bir kılıç bulmuş, yanına bir gürz almış. Annesi ile helalleşip düşmüş yollara.

Marangoz delikanlı saatlerce yürümüş. Hiç mola vermeden. Çünkü bir an önce sevdiği kıza kavuşmak, acısını dindirmek istiyormuş. Sonunda varmış dağa. Dağdaki ejderhayı aramaya koyulmuş.

Bir ara, kayaların arasından karşısında kocaman ejderhayı görmüş. Daha kılıcına davranmadan, ejderha ağzından ateşler püskürterek delikanlıyı yakmış. Delikanlının kılıcı elinden düşmüş.  Sırtındaki gürzüne eli varamamış. Derin bir “Ahhhh” çekmiş ta içinden. Bu ah tüm gökleri kaplamış.  Öyle yüksek bir ah çekmiş ki delikanlı, evinde anası duymuş. Anası oğlunun öldüğünü anlamış.

“Allahım,” demiş kadın. Benim oğlumu yakan ejderhayı da yak, karataşlara  döndür.

O anda büyük bir patlama olmuş. Ejderha yanarak parçalanmış. Parçaları dağın her tarafına dağılmış karataş olarak. Dağ tamamen kararmış. O günden sonra buraya Karacadağ denilmeye başlanmış…

Alıntıdır
Kaynak:
 secmehikayeler.com/konular/anadolu-efsaneleri